15 Aralık 2018 Cumartesi

Labirent


İnsan üşüyeceğini bile bile soğuğa çıkar mı aldırmadan?
Çıkıyormuş.


Günler daha hızlı, daha hissiz geçmeye başlıyor yıllar geçtikçe farkında mısınız? Hiç olmayacak şeyler olmaya başlıyor, iyi veya kötü. Biz de bu bataklığın içinden çıkıp kendimize hayatlar kurmaya çalışıyoruz. Hayat senden bağımsız değişimlere ayak uydurmaya çalışmakla geçebiliyor. Yalnız kaldığında, ayak uyduramadığında ise hiç mutlu olmamış gibi üzülebiliyorsun. Ve her şeyin aksine değişmesen bile buna zorlanıyorsun. Toplumda yaşamak bunu gerektiriyor çünkü, her akşam hayalini kurduğun o renkli ülkelerin, renkli yüzlerin yaşamına dahil olmak istiyorsun artık. Havalar soğuyor, içimizle birlikte. Soğuk havanın yüzünü keseceğini biliyorsun fakat yine de nefes almak istiyorsun. Milyonlarca kilometre öteden sana gelen umut ışıkları haricinde üşüyorsun. Güneş oralarda bir yerlerde, hissediyorsun bazen, fakat o kadar. Eskiden hoş gelen şeyler hoş gelmemeye başlıyor ve yine olduğun kişiden utanıyorsun ayna karşısında. Yapman gereken şeyler var, ama kılını kıpırdatmıyor ve soğuğun içine işlemesine izin veriyorsun. Durum şöyle aslında: Hep bir hedef koyuyorsun, sonra "mecburen" düşürüyorsun hedeflerini. Az çok 20li yaşlara gelmiş herkes hayatın planlarının senin planlarını nasıl mahvettiğini bilir. Her alanda bu böyle.

İnsan kendi inşa ettiği labirentin içerisinde kaybolabilir mi? 
Kayboluyormuş.

Hiç ne yapacağını bilmeden aynanın karşısında bakakaldın mı? Evde olduğunu bilmediğin nesneleri fark ettin mi yalnız kaldığında? Zaman geçiyor, tik tak ve yine boş konuşup, boş yazıp hiçbir şey yapmamaya devam ediyoruz. Kendimizi kaybetmeden bulmamızın sırası geldi belki de. Evet, hayat adil davranmıyor bazen, ama alışık değil miyiz dünyanın adaletsizliğine? Adalet! Ne yüce bir kavram. Hiç aklına gelmeyecek konularda bile arayabiliyorsun. En iyisi, yeniden kendi bildiğimiz labirentimizi inşa etmenin zamanı geldi, yeniliklerle.


Oruç Aruoba'nın da dediği gibi, "Kendi yolunu bulamayan, bütün yolları boşuna yürür."

15.12.18 Eskişehir.




20 Ocak 2018 Cumartesi

Yağmur Şehri


Tonlarca ağırlığı hüznün, sis gibi çöktü şehrin üzerine. Sanki bir tutsağa zincir vururcasına, yağmur sesleri vurdu çatılara. Pat, pat, pat… Her bir damla atılamayan bir çığlıktan farksızdı. Hikayeler çok ağırdı, insanlar görmüyordu. Kimler kimlerin önünden acımasızca geçiyor ve nedense bir kişi bile hayata karşı bağırmıyordu şehirde. Örneğin bakımsız, kirli elleriyle bir çöp toplayıcısı geçiyordu kaldırım kenarından yavaştan, kimse yüz vermiyordu. Oysaki bilmiyorlardı elleri dünyayı temizlerken kirlenmişti. Herkes bastı üstüne adamın yüreğinin ve yine kirlettiler kaldırımları. Yağmur da silemedi lekeleri. Ufacık bir lekeyi silemiyorsa yağmur, neden yağardı? Neye yarardı yağmur bir şehre nefes aldırmayacaksa? Şehrin emeklerini görmezden gelir gibi bir o yandan yağdı yağmur, bir bu yandan.

Yağmurun altında, diğer bir yanında şehrin, annesinin elinden tutmuş küçük bir kız çocuğunun şekeri düştü elinden hızlıca karşıya geçerken. Arabalar öyle hızlı geliyordu ki, yalnızca karşıya geçince hızlıca bakabildi çocuk düşen şekere. Sağanak sağanak yağan yağmurun altında kirli araba tekerlekleri bir bir ezerken düşen şekeri, çocuğun gözünden yalnızca bir damla yaş akabildi. Tüm malvarlığı oydu çocuğun ve önümüzdeki haftaya kadar başka şeker alamayacaktı. Şeker mi pahalıydı, yoksa yaşam mı? Ve buraya da acımasızca düşen yağmur taneleri sildi gözyaşlarını çocuğun, farkedilmeden.

Şehre yakın olan nehir kıyısında ufak bir okulda ders işleniyordu o saatlerde. Küçük bir köy okuluydu burası. Yıllarca okumuş öğretmen, çocukların gözlerine ışık verebilmek için “hayat bilgisi” anlatıyordu. Ama her yerden damlıyordu okul. Her köşe başında ağzına kadar dolmuş su kovaları, hani şu ilkokul girişlerindeki yangın bölmesinde olan kovalardan. Her şimşek çaktığında o küçük çocukların gözlerinde korku oluşuyordu, fakat ne yapsındı öğretmen? Bir baba gibi, bir anne gibi sarıldı hepsine teker teker ve korkmamalarını söyledi. Her şey geçecekti, geçmeyecek olsa da böyle söylemesi gerektiğini biliyordu.

Küçük şehrin yıllanmış seralarında ufak çatılı bir evde yaşlı bir teyze ile amca oturuyordu. Sessizce yağmuru izliyorlardı, belki de çocukları çoktan yanlarından ayrılmışlardı, yırtılmakta olan seralarına bakıp hüzünlendiler, yaşamak için tek uğraştıkları şey, hiç bitmeyecek gibi saatlerdir yağan yağmurun altında yok oluyordu. Ama yine de sessizlerdi, ne bir telaş vardı gözlerinde ne bir yaş. Çünkü biliyorlardı, hangi gözyaşı, hangi ağıt değiştirebilirdi ki hava durumunu?

Yer yön farketmeden, yağmur sağanak sağanak vurdu çatılara, kaldırımlara ve ufak bir kız çocuğunun şekerine. Herkese bir hüzün dağıttı, bir sis dalgası bıraktı ardında yıkımdan oluşan. Ve insanlar ellerini ceplerine atıp gökyüzünü izlediler.
Her şeye rağmen,
Bu sis bulutunun ardından
Gülümsediler.