Biliyor musunuz? İnsanın hayatta ne yapacağını bilmeden yaşadığı günler oluyor bazen. hani diyor ya güzel bir filmde,bütün koşullar uygunken bile ölemezsin. Hoş, ölmene de gerek yok aslında, yaşasak daha iyi. Zaten yaşamak için seçmedik mi bu hayatı? Ah alsak kendimizi şöyle, çıksak ormanlara, nehirlere varsak. tüm bu insanüstü sıkıntıların ardında geçmişimize dönsek. İnsanüstü diyorum, çünkü insan olmanın sonucu yarattığımız bu karmakarışık medeniyetin içerisinde bireysel olarak boğuluyoruz hepimiz.
Ben şehirde yürüyüş yapmayı çok severim şehirde, bana da hep iyi gelir. Bir gün yine boğulmaya yakın, meditasyon günümü seçtim, sanki her şeye yeniden başlıyormuşum gibi. İçimde esen kalabalıklar, ve ondan kaçmaya mecburmuşum gibi. kuşlar var etrafımda, yürüyorum Bologna sokaklarında. Yine bir akşam, yine yalnız başıma, öylesine rahat ve yalnızım ki kendi kendime konuşuyorum, kimse dilimi bilmiyor, kimse beni anlamıyor ya da. Anlaşılmanın zor olduğu topraklara göç etmek, göç etmeye çalışmak belki de insanın kendine yapabileceği en büyük kötülük aslında. Peki ya insan ya doğduğu yerde de hiç anlaşılmadığını düşünmüşse, o zaman ne yapmalı? Ya kendi dilini de konuşan insanlara karşı anlaşılamanın ağırlığı altında ezilmiş ise, o zaman fark eder mi nerede olduğu?
İnsanın kendi toplumundan ayrı hissetmesi, ayrı kalması onu dünya vatandaşı yapıyor bir nevi, çünkü istesek de istemesek de hepimiz bir ev arıyoruz nihayetinde. Bazılarımız için doğduğumuz yer, bazılarımız için doyduğumuz, bazılarımız için yollar. Hepimizin kendini iyi hissettiği bir bölüm var, işte o evimiz. İşte böyle kaybediyoruz kendimizi, bulmak için. Bazen bir dil, bazen bir ev, bazen hiç de sevmediğiniz bir şey gelip sizi buluyor ve tüm o karışıklığınızın özleme dönüşmüş olduğunu fark ediyorsunuz. Tüm o kaçtığımız evler, kaçtığımız yaşamlar öyle veya böyle buluyor bizi;
Nerede olursak olalım, nerede ölürsek ölelim.
Nazım Hikmet'in çok sevdiğim bir şiiri var, belki de en sevdiğim şiirdir. Okumak isterim, dinlemek isterseniz. Biraz uzundur, ama başlayınca bitmesin istersiniz.
İsmi, "Severmişim Meğer."
" Yıl 62 Mart 28
Prag-Berlin treninde pencerenin yanındayım
Akşam oluyor
Dumanlı ıslak ovaya akşamın yorgun bir kuş gibi inişini severmişim meğer
Akşamın inişini yorgun kuşun inişine benzetmeyi sevmedim toprağı severmişim meğer
Toprağı sevdim diyebilir mi onu bir kez olsun sürmeyen
Ben sürmedim
Platonik biricik sevdam da buymuş meğer
Meğer ırmağı severmişim
Ister böyle kımıldanmadan aksın kıvrıla kıvrıla tepelerin eteğinde
Doruklarına şatolar kondurulmuş Avrupa tepelerinin
Ister uzasın göz alabildiğine dümdüz
Bilirim aynı ırmakta yıkanılmaz bir kere bile
Bilirim ırmak yeni ışıklar getirecek sen göremeyeceksin
Bilirim ömrümüz beygirinkinden azıcık uzun karganınkinden alabildiğine kısa
Bilirim benden önce duyulmuş bu keder
Benden sonra da duyulacak
Benden önce söylenmiş bunların hepsi bin kere
Benden sonra da söylenecek
Gökyüzünü severmişim meğer
Kapalı olsun açık olsun
Borodino savaş alanında Andırey'in sırtüstü seyrettiği gök kubbe
Hapiste Türkçeye çevirdim iki cildini Savaşla Barış'ın
Kulağıma sesler geliyor
Gök kubbeden değil meydan yerinden
Gardiyanlar birini dövüyor yine
Ağaçları severmişim meğer
çırılçıplak kayınlar Moskova dolaylarında Peredelkino'da kışın
çıkarlar karşıma alçakgönüllü kibar
Kayınlar Rus sayılıyor kavakları Türk saydığımız gibi
İzmir'in kavakları
Dökülür yaprakları
Bize de Çakıcı derler
Yar fidan boylum
Yakarız konakları
Ilgaz ormanlarında yıl 920 bir keten mendil astım bir çam dalına
Ucu işlemeli
Yolları severmişim meğer
Asfaltını da
Vera direksiyonda Moskova'dan Kırım'a gidiyoruz Koktebel'e
Asıl adı Göktepe ili
Bir kapalı kutuda ikimiz
Dünya akıyor iki yandan dışarda dilsiz uzak
Hiç kimseyle hiçbir zaman böyle yakın olmadım
Eşkiyalar çıktı karşıma Bolu'dan inerken Gerede'ye kırmızı yolda ve yaşım on sekiz
Yaylıda canımdan gayri alacakları eşyam da yok
Ve on sekizimde en değersiz eşyamız canımızdır
Bunu bir kere daha yazdımdı
çamurlu karanlık sokakta bata çıka Karagöz'e gidiyorum Ramazan gecesi
önde körüklü kaat fener
Belki böyle bir şey olmadı
...
çiçekler geldi aklıma her nedense
Gelincikler kaktüsler fulyalar
İstanbul'da Kadıköy'de Fulya tarlasında öptüm Marika'yı
Ağzı acıbadem kokuyoryaşım on yedi
Kolan vurdu yüreğim salıncak buluklara girdi çıktı
çiçekleri severmişim meğer
üç kırmızı karanfil yolladı bana hapishaneye yoldaşlar 1948
Yıldızları hatırladım
Severmişim meğer
Gözümün önüne kar yağışı geliyor
Ağır ağır dilsiz kuşbaşısı da buram buram tipisi de
Meğer kar yağışını severmişim
Güneşi severmişim meğer
şimdi şu vişne reçeline bulanmış batarken bile
Güneş İstanbul'da da kimi kere renkli kartpostallardaki gibi batar
Ama onun resmini sen öyle yapmayacaksın
Meğer denizi severmişim
Hem de nasıl
Ama Ayvazofki'nin denizleri bir yana
Bulutları severmişim meğer
Ister altlarında olayım ister üstlerinde
Ister devlere benzesinler ister ak tüylü hayvanlara
Ayışığı geliyor aklıma en aygın baygın en yalancısı en küçük burjuvası
Severmişim
Yağmuru severmişim meğer
Ağ gibi de inse üstüme ve damlayıp dağılsa da camlarımda yüreğim
Beni olduğum yerde bırakır ağlara dolanık ya da bir damlanın
Içinde ve çıkar yolculuğa hartada çizilmemiş bir memlekete gider
Yağmuru severmişim meğer
Ama neden birdenbire keşfettim bu sevdaları Prag-Berlin treninde
Yanında pencerenin
Altıncı cıgaramı yaktığımdan mı
Bir eski ölümdür benim için
Moskova'da kalan birilerini düşündüğümden mi geberesiye
Saçları saman sarısı kirpikleri mavi
Zifiri karanlıkta gidiyor tren
Zifiri karanlığı severmişim meğer
Kıvılcımlar uçuşuyor lokomotiften
Kıvılcımları severmişim meğer
Meğer ne çok şeyi severmişim de altmışında farkına vardım bunun
Prag-Berlin treninde yanında pencerenin yeryüzünü dönülmez bir
Yolculuğa çıkmışım gibi seyrederek "
tıpkı Nazım gibi,
yolculuğa çıkmış gibi, seyrederek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder